Aklı Bir Karış Havada

Duygu Mehmetoğlu
6 min readFeb 1

--

Uzun bir aradan sonra, tekrar karşınızdayım :) Aradan geçen zamanda hem içimde hem de dışımda değişen çok fazla şey oldu (yalnızca konumum değişmiş olsaydı siz de bir gariplik sezer miydiniz bilemem). Sözü kısa kesemeyeceğim çünkü bir süredir bu yazıyı zihnimde kurgulamaya çalışıyorum. Şimdi sırada yaşananları ve yaşanan her durumla ilgili fark edilenleri paylaşmak var.

Biri yalnız, biri ise çok yakın bir arkadaşımla olmak üzere iki küçük gezi tamamladım bu süreçte, fakat size anlatmak istediklerim gezip gördüğüm yerlerden biraz daha farklı. Bu sefer bu gezilerin içimde dokundukları yerleri göstermek istiyorum. Elimden geldiği kadarıyla…

Bir barda çok yakın bir arkadaşımla oturmuş, hayat ve farkındalıklar üzerine konuşurken kendimizi bir anda Adana bileti alırken bulduk. Hiçbir plan yapmadan, yalnızca iki uçak biletimiz oldu. Hiç de beklemediğimiz bir anda :)

Erasmus sayesinde yurtdışında çok fazla “plansız” plan yapma deneyimi edinip çoğundan da naif bir mutluluk hissiyle eve dönmüştüm. Biraz buna güvenerek, biraz da gezmeye olan özlemin getirdiği aklı havadalık ile Adana’ya gittim. Benim için, şimdiye kadar gittiğim en farklı kültür ve konumdaki ilk şehir olma özelliğini taşıyordu. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, ben burada sizlere gördüklerimi ve gördüğüm şeylerin iç dünyamda yarattıklarını anlatmak istiyorum. Kısacası kalbimdeki Adana’yı sizlere aktaracağım. Hazırsanız başlıyorum :)

“Gezmek hali”, bu iki kelimenin ruhumdaki yansıması kesinlikle kelimelerle anlatmaya çalıştığımda sönükleşeceğine inandığım bir hal. Rutinim haline gelen onca şey var; yapmayı çok sevdiğim, yıllar geçse bile hiç bıkmayacağımı düşündüğüm onlarca eylem var. Kendimi anlatırken bile ismimden sonra ekleyeceğim şeyler olmalarına rağmen, yeni yerler görmeye gittiğimde sahip olduğum bu hislerin verdiği “tatmin” hissiyle boy ölçüşemezler.

Gerçekten “gezmeye” başladığında fark ediyor insan. Konumunu değiştirmek ve geziyor olmak arasında fark varmış. Farklı bir şehire gittiğimde yıllar boyu “evet şu anda geziyorum” diyip durdum. Sonra fark ettim ki aslında olay o şehirde “bulunmak” değilmiş. O şehirde gerçekten “şehrin ruhuyla” tanışabilmekmiş. Haritanın sizi götürdüğü yollarda “ezbere” yürümek, mutlaka gitmen gereken restoranlara gidip “en sevdiğin” yemekleri yemek, sahip olduğun “rutin” hayatı farklı bir konumda canlandırmakmış. Sokakların içinde kaybolacak cesareti kendi içinde bulduğunda; kokular, sesler ya da yalnızca ağaçları takip ederek dolaşmaya başladığında gezmeye başlıyormuşsun o şehiri. Sonra ise farklı bir kapı açılıyor insanın önüne. Geçtiğin sokaklarda “o şehire özgü” olan şeyleri görmeye başlıyorsun. Örneğin; konuma bakarak telaş içinde bulmaya çalıştığın bir mekanı dert edinmediğinde, içerisinde olduğun parkın aslında ne kadar güzel gözüktüğünü, ağaçlarda alışık olduğun gibi sadece yeşil yapraklar ya da çiçekler görmediğini, ağaçlarda turunçların olduğunu fark ediyorsun :) Sonra insanlara dikkat ediyorsun, aynı dili konuşuyor olsanız bile ağız farklılıklarının ne kadar fazla olabildiğini duyuyorsun. Bir noktada başlayan farkındalık öyle bir yere gidiyor ki, gözünü açıyorsun ve kendini gerçekten o şehrin içerisinde buluyorsun.

Peki ben bu “rutinlerimi yaşayarak geziyor olmak” gerçeğimi fark ettiğimde ne yapmaya karar verdim? Aslında sıralama beklediğim şekilde olmadı, ben önce bir şeyler yaşadım, sonra fark ettim :) “Gitmem gereken” bir restorana gittim, ama her zaman yemek isteyeceğim klasik yemekleri söylemek yerine gerçekten orada yaşayan insanların yaptıkları şekilde davrandım. Onların yedikleri şekilde yemek yemeye başladım önce, sonra onların yemeğin yanına yakıştığını düşündükleri içeceği (hiç sevmiyor olduğumu düşünmeme rağmen) her gittiğim yerde sipariş ettim. İlk gün birkaç yudum alıp bıraktığım şalgam suyu, son gün şişenin dibini görüp “aslında ne kadar güzelmiş ya” cümlesini kurmamla birlikte hayatıma dahil olmuş oldu.

Sokaklarda yürürken kulaklıklarımı takıp hayatım boyunca dinlediğim ya da dinleyebileceğim müzikleri dinlemek yerine; esnafın konuşmalarını, yanımdan geçen insanların günlük hayatlarını anlatışlarını dinlemeye başladım. Edirne’de insanların Trakya ağzı ile konuşuyor olmasından inanılmaz keyif aldığımı, yüzüme yerleştiğini bile fark etmediğim gülümsememe bir zabıtanın “ne kadar da mutlusun maşallah sana” demesiyle fark ettim, sonra kendisine yürüdüğüm yol hakkında bir soru sordum ve o tarif sayesinde Tuna Nehri’nin kıyısında çay içerken buldum kendimi. Aslında eylemim sadece “kulaklıklarımı takmamak” gibi gözüküyor olsa bile, ben aslında oradaki hayatın içerisine dahil olmuştum. Aktif şekilde Edirnedeydim, insanlar ve onların hayatlarına karşı konulamaz bir iştah duyuyordum. Hayat da buna karşılık veriyordu.

Bir restorana gittiğimizde çoğunlukla en sevdiğimiz yemeği buluyoruz ve hiç tereddüt etmeden sipariş veriyoruz. Peki ya yeni bir yere gittiyseniz ve menü masanıza bırakılan ilk şey değilse? Onun yerine çeşit çeşit meze ve salata geliyorsa karşınıza? Güvenli alandan çıkmak zor farkındayım ama bazen zorunda bırakılıyorsunuz ve sadece “akışı” takip etmeniz gerekiyor. Çalışan insanlara “siz ne önerirsiniz?” diye sormak ve karşılığında masanıza gelen yemeklerin aslında her gün yediğiniz yemeği sipariş ettiğinizde hissettiğiniz o “güvenli” histen bile daha tatmin edici olduğunu fark ediyorsunuz. Yapmanız gereken tek şey, izin vermek. Yeni insanların, yeni kültürlerin, yeni yemeklerin hayatınıza nazikçe girişine izin vermek. Ardından sizin herhangi bir aksiyon almanıza gerek kalmıyor, hayat yapacağını yapıp sizi alıp götürmesi gereken yere götürüyor. Siz direnmediğiniz sürece, hayat ruhunuza sızacak bir deliği mutlaka buluyor :)

“Ben bunu asla yapmam” cümlesi kendimi bildiğimi sandığım seneler boyunca en çok kurduğum cümle olmuştu. Sonra kendimi gerçekten biraz bilmeye başladığımda ise kullanmayı bıraktığım ilk cümle oldu :) Zamanında asla girmem dediğim çok fazla ortama girme şansına sahip oldum, bu sayede aslında insanların ne kadar farklı olduklarını gözlemleyebildim. Şimdi aynı insanların neden bana göre “farklı” gözüktüklerini anlamaya başlıyorum. Yaşadıkları hayatları, sahip oldukları kültürü, veya doğup büyüdükleri hayatlara nasıl baktıklarını gözlemliyorum. Her seferinde daha da etkileniyorum çünkü dışarıdan bakıp yargılamak ya da farklı olduğunu düşünmek çok kolay oluyor ama içerisine girip “sebepleri” gördüğünüzde işler o kadar da kolay olmuyor. Çünkü yargılamak için bir sebebiniz kalmıyor. İçerisinde bulunduğunuz topluma göre “anormal” kabul edilen hareketleri yapmak sizin de anormal olarak tanımlanmanıza sebep oluyor. Aynı hareketleri farklı bir toplum “normal” kabul ettiğinde siz de o toplumda normal gözüküyorsunuz. Ayrım tam da burada bir şimşek gibi netleşti kafamda. O insanları farklı bir kültüre göre yargılıyordum yıllardır. Sahip oldukları çoğu özelliğin “sebebinden” ziyade, sonucuyla ilgileniyordum. Benim için müthiş bir gözlem şansı oldu.

Geçtiğim sokaklarda insanların günlük konuşmalarını dinlerken aslında ortak bir payda olması, ağız farklarını duydukça insanların kendilerine özgü özelliklerinin ne kadar değerli olduğunu fark etmek, yemek sipariş ettiğinizde garsonların takındıkları farklı tutumlara karşılık sizin de sanki yıllardır orada yaşıyormuşsunuz gibi tepkiler verdiğinizde gözlerindeki sıcaklığa şahit olmak bile gösteriyor aslında ne kadar farklı hayatlara sahip olsak bile aslında özümüzde aynı yere ait olduğumuzu. Tüm farklılıklarımıza rağmen, aslında ne kadar aynı olduğumuzu. Doğduğumuz ilk günden bu yana hep dışarıda bir şeyleri görüyoruz, gözlemiyoruz, zihin süzgecinden geçirip içselleştiriyoruz. Doğduğumuz coğrafyaya göre de aldığımız uyaranlar değişiyor. Fakat günün sonunda ortak bir noktada buluşuyoruz. Hepimiz kendimizi gerçekleştireceğimiz bir ruha sahip olabilmeyi istiyoruz. Ömürler geçiyor, hayat kısacık bir film gibi gözümüzün önünden geçiyor. Kimimiz bunu erken fark edip başrol olmaya karar veriyor, kimimiz bahtının rüzgarında savrulurken buluyor kendisini.

Peki benim “aslında aynı olduğumuzu fark ediyoruz” derken kast ettiğim nedir? Ben, sen, bizim, sizin, onlar, bizimkiler diye ayrımlar yapıp durduk yıllar boyunca. Kendimizi “özel” hissetmek için toplumdan soyutlaşmaya ihtiyaç duyduk, genelde de kendimizi üstün görerek yaptık bunu. Sonra insanın sosyal bir canlı olduğu gerçeğiyle yüzleşip kendimize uygun “üstün” insanları seçip “bizimkiler” haline getirdik onları. Dışarıda kalanlar ise anlamaya çalışmak bir yana, dinlemekten bile gocunduğumuz insanlar haline geldiler.

Oysa hepimizin özü tek bir yere varıyor. Birilerinin hayatında “özel” olma ihtiyacı, yani sevilme ihtiyacı. En ufak yakınlık belirtisinde kaşlarını çatıp tüm duvarlarını ortaya çıkararak kendisini “korumaya” çalışan kişi de, başına gelen her şeyi tüm açıklığıyla herkese anlatıp içini döken kişi de, korkularıyla yüzleşmeye cesareti olmadığı için içini ilişkilerine yansıtıp benzer döngülerde dönüp duran kişi de dahil olmak üzere hepimiz, çok insani bir yerden sevilmek istiyoruz. Önce kendimiz tarafından, olduğumuz gibi ve tüm benliğimizle. Ardından da sevdiğimiz insanlar tarafından, hayatlarında önemli olduğumuzu hissedip kalbimizin görünür olduğunu hissetmek istiyoruz.

Yıllar boyunca sahip olduğum için kendimi koruduğuma inandığım o yüksek duvarları önce biraz aşağı indirdim, hayatıma giren Güneş ışıklarına izin verdim. O da sağ olsun bulduğu her delikten sızdı, ruhuma dokunduğu yerlerden içim ısındı. Benim içim ısındıkça hayatıma yepyeni ruhlar dahil oldu. İnsanlar enerjimin farklılaşmasına tanık oldukça bana özel “karakteristik” özelliklerimi daha fazla kabul etmeye başladılar. Tıpkı Trakya’da insanların konuşmalarını dinlediğimde yüzümde oluşan istemsiz tebessümde olduğu gibi, benim içim ısındıkça dışarıya yansıttığım enerjim de insanları ısıtmaya başladı. Farklı etkileşimlere girmeye başladım, ruhum büyüdükçe zamanında duvar dediğim o sınırlarım birer kapı haline geldi. Hala etrafımı saran bir şeye ihtiyaç duyuyorum, ama bunlar aşması zor duvarlar yerine, anahtar deliği ve tokmağı olan kapılar olarak kendilerini gösteriyorlar. İki yönlü de açılabilen kapılar, çünkü fark ettim ki içimi açabiliyor olmak başka bir yerden; dışarıdan birinin, istediğinde içime açılabildiğini görmek farklı bir yerden besliyor ruhumu.

Değişime ve gelişime her zaman açık olan biriydim, artık hayatın ta kendisine, insanlara ve yanlarında getirdiklerine de açık olmayı istiyorum. Hayatın her renginin ruhumda canlanabiliyor olması, “ben bu hayatı yaşıyorum” diyebilmem için en temel ihtiyacım haline geldi.

Rutinlerimizden bir an için bile olsa sıyrılıp başımızı kaldırdığımızda turunç ağaçlarının orada olduklarını fark ettiğimiz nice renkli senelere :)

--

--

Duygu Mehmetoğlu

Bir psikoloğun aklına düşüp kalemine çarpanlar.