Anlam Arayışı

Duygu
6 min readSep 12, 2022

Her şeyin anlamı kendi içinde saklı. 9 Eylül 2022. İzmir’in kurtuluşunun yüzüncü yılı. Kişisel hayatımdaki anlamı ise geçtiğimiz sene gittigim erasmusta geçirdigim dördüncü gecem olusu. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayanlar için ise partiledikleri herhangi bir gece. Kısacası siz nasıl bir anlam yüklemek isterseniz öyle bir gün.

Şu an bulunduğum şehirde yaşadığım ev anayolu gördüğü için balkonda otururken gelip giden arabaları izliyorum. Her geçen arabanın plakasına bakıp bir hikaye geçiriyorum aklımdan, nereden geliyor nereye gidiyor ve bu yolculukta neler yaşayacak. Anlık değişimiyle trafik akışının hızlılığında 1 dakika içinde en azından 20 araba görüyorum, yolda akıp gidiyorlar. Tıpkı zihnimin içinden geçip gitmelerine izin vermemekte ısrarcı olduğum düşüncelerim gibi. Sayısız düşünceye sahip olabiliyorum, benim kabul edebildiklerim varlıklarını sürdürüyorlar. Kabul etmeyi reddettiklerim ise bir süreliğine geri planda kalıyorlar ama asla yok sayılamıyorlar.

Önce bir düşünce giriyor zihnime, sonra bu düşüncenin nasıl oluştuğunu düşünüyorum. Bunu sağlayacak bir olay mı yaşandı, ben kendi içimde mi var ettim diye anlamaya çalışıyorum. Bu sorulardan bir cevap çıkmadığını gördüğümde içimi bir his kaplıyor, bu hissi anlamlandırmaya çalışıyorum ama içime iyi gelen bir his de değil sanki. Sonra bu hissin bir olay temelinde yaşandığını fark ettiğim anlarda bu olaya ne anlam yüklediğimi düşünüyorum. Karşımdaki kişi, yaşadığım olay, duyduğum bir cümle ya da öncesinde kabul etmeyi reddettiğim bir düşüncenin içimdeki etkisini görmeye çalışıyorum. Hayattaki her şey gibi, olaylara önce anlam yüklemem gerekiyor. Başımıza gelen olayların “anlamsız” oldukları yanılgısına düşmeyi bırakalı biraz oldu.

Yaşadığım bu durum bana nasıl hissettiriyor? İçimde hangi noktaya dokunduğu için ben bu olaya bir anlam yükledim peki? Hiçbir şeyi kişisel algılamamız gerekiyorsa ben neden bu durumu bu kadar içselleştiriyorum? Sorularının cevapları genelde içimde yüzleşmeye cesaret edemediğim olaylara açılan kapılara götürüyor beni. Kendime dürüst olmayı seçtiğim her seferde ise yeni bir farkındalıkla yüzleşiyorum. Yaşananlar anlam kazanmaya bu noktada başlıyor. Hayatın yüzeyinde değil de derininde olduğumu hissediyorum.

Başımıza gelen olaylar, dünyada varlığını kendi halinde sürdüren her bir cisim, hayatımızdaki insanlar ya da insanlarla yaşadığımız ilişkilerin özellikleri. Her biri yalnızca kendi içinde varlıklarını sürdürüyorlar. Aslında baktığımızda hepsi birer oluşum. Örneğin, yıllardır her gün kendi halinde doğup batan Güneş, rüzgarla birlikte oluşan dalgaların kıyıya sürekli olarak gelip gitmeleri, ağaçların sallanan dalları. Hiçbirinin özel bir anlamı yok, ta ki siz bu olaylara bir anlam yükleyene kadar.

Gün batımında gördüğünüz renklerden içsel bir keyif alma haline gelmeniz, kumsalda dalgaların ayaklarınıza vurmaya başlamasıyla hissettiğiz serinlik, esen rüzgarla dalları sallandığı için çiçeklerinin kokusunu hissetmeye başladığınızda hoşunuza giden o ağaç. Sizden bağımsız varlığını sürdüren durumlara “anlam” yüklemeye başladığınızda her şey kişiselleşmeye başlıyor. Olaylar ve durumlar kendi akışlarında yaşanmaya devam ederken öyle bir an geliyor ki içine duygularımız giriyor, duygularımızın girdiği her yerde de bir “anlam” oluşuyor. İşler tam da bu noktada karmaşıklaşmaya başlıyor.

Aslında evren kendi halinde bir düzen içinde akışta. Hiçbir şey bizimle ilgili değil, her şey kendi içinde ve kendisiyle ilgili. Tıpkı insan ilişkilerinde her bir olayın kişinin kendisiyle ilgili olduğu gibi. İçinde bulunduğumuz insan ilişkileriyle anlam kazanıyoruz, bu sayede değişip gelişiyoruz. Birisi karşınıza geçip sizin ne kadar değerli olduğunuzu tam olarak bunu dile getirmeden bile size hissettiriyor. Bu da içinizde bir şeylerin tamamlanmasını sağlıyor. Sonra öyle bir an geliyor ki aynı insan sizin hayatta en güvendiğiniz özelliğinizin ne kadar “yetersiz” olduğu ile ilgili bir yorum yapıyor. Peki burada değişen neydi? Bu süreçte siz artık yetersiz biri haline mi geldiniz? Yaptıklarınız değerini mi yitirmeye başladı? Siz en başta o kişi için değerliyken başka biriydiniz de şimdi yeni bir kişiliğiniz mi var? Ya da siz artık daha önemsiz şeylerle mi ilgileniyorsunuz? Bu soruların cevabı genelde “hayır” oluyor. Çünkü aslında orada olay sizinle ilgili olmuyor, karşı tarafın size yansıttığı kendi duygularıyla ilgili oluyor. Sizin kendi döngünüzde zaten yapıyor olduğunuz şeylere yüklediği anlam değişiyor. Bunun da genelde sizin kişiliğinizle, yeterliliğinizle ya da değerinizle bir ilişki olmuyor. Tıpkı en başta size “değerli” hissettirenin o kişinin davranışları olmayışı gibi. Aslında siz içsel bir motivasyonla kendinizi yeterli hissediyorsunuz, karşı taraf kendi döngüsünde gördüğü bir özelliği size yansıtıyor ve bu duygusunu sizde canlandırıyor. Siz de kendi içinizde yaşattığınız “eksik olma” ya da “tamamlanmışlık” duygularını somutlaştırma arzunuzla karşı tarafta canlandırıyorsunuz. Siz kendi döngünüzü ilişkinizde canlandırırken karşı taraf kendi dünyasında sahip olduklarını ilişkiye yansıtıyor. Bu, ilişkilerde “ahenk” olarak adlandırdığım bir süreç. Duygu akışının karşılıklı olduğu süre boyunca iki insanın kendi içlerinde uğraştıkları şeyleri en yakınlarındaki insana aktarması durumu. Bu, ikili ilişkilerde genelde öyle güzel bir ahenkle gerçekleşiyor ki sizi ilişkinin içinde tutmayı sağlıyor. Bir noktada karşı tarafa “gerçekte olduğundan” daha büyük anlamlar yüklemeye başlanması gibi bir tehlikesi olsa bile insan ilişkilerini anlamlı yapanın bu ahenk olduğunu düşünüyorum.

Yani aslında, her ilişkide kendi döngümüzde var olan bir duyguya ya da düşünceye çekiliyoruz. Çünkü karşı taraftan aldığımızın farkında bile olmadığımız o enerji bize tanıdık geliyor. Karşı tarafta kendimizden bir parça görüyoruz, bazen bu his o kadar yoğun oluyor ki aynaya bakar gibi hissediyoruz. Kendi içimizde bulduğumuz anlamı, karşı tarafa yüklüyoruz. Bu sebeple de önce o kişi, ardından da o ilişki bizim için anlamlı oluyor. Güneş kendi halinde doğup batmaya devam ediyor, fakat biz bunu hüzünlüyken gördüğümüzde “ömrümüzden bir gün daha gitti”, mutluyken gördüğümüzde “ne kadar ihtişamlı” diyerek arkasındaki anlamı da kişiselleştiriyoruz.

Şu andan aylar ya da yıllar önce sizin için inanılmaz önemli olan bir insanı düşünün, fikirleri ve size davranışlarının sizi nasıl etkilediğini, duygu durumunuz üzerinde ne kadar da önemli bir yere sahip olduğunu hatırlayın. O zamanlar baktığınızda aslında o kişinin size hissettirdikleri hiç gitmeyecek ya da bitmeyecek gibi geliyordu değil mi? Peki şimdi neredesiniz? Arada yaşanan onca olayın ardından halen aynı hislere sahip misiniz? Siz bu kadar değişmişken birine karşı sahip olduğunuz hislerinizin aynı kalmasını beklemek ne kadar gerçekçi? Bu yüzden ikili ilişkilerde sahip olunan dinamiğin aynı kalmasını beklemek, karşı taraf size “değerli” biriymişsiniz gibi davranırken değerli hissetmek kalıcı olmayan bir duygu durumu. Tam da bu noktada yolculuğumuzun içe dönüşü başlıyor. Aslında ne kadar değerli olduğumuz ya da ne kadar önemli işler yaptığımız dışarıdan alacağımız onaya ya da takdire bağlı kalmaması gereken bir oluşum. Çünkü her biri kendi içimizdeki yolculuğa özel duyguları ve gelişmeleri barındırıyor. Bu sebeple her birimiz bu eşsiz evrende kendine has ruhlara sahibiz. Sadece bu yüzden bile değerli ve özeliz. Yaşananları kişiselleştirip duygularin arkasındaki derinliğe inanmak ne kadar insani ise, yaşanan olayların kendi içindeki döngüsünün farkına varabilmek ve bu düzeni olduğu gibi kabul etmek o kadar gerçekçi.

Durumlar ve olaylar bu kadar “kendi halinde” akıp giderken algıladıklarımızın bu kadar “kişisel” oluşu size nasıl hissettiriyor? Kabul etmesi ne kadar zor? Peki hayatın akışının bu olduğunu kabul edebildiğimizde sahip olacağımız özgürlük halini düşünmek nasıl hissettiriyor? Hiçbir durumu kişisel algılamamayı ve herkesin kendi döngüsü içinde dönmeye devam ettiğini, şanslı olmayı “seçenlerin” ise bu döngüleri kırıp farkındalıklarıyla yaşamaya devam ettiğini kabul etmek nasıl geliyor kulağınıza?

Biliyorum bazen devam etmek zorlaşıyor, dışarıdan gelmesini asla ummadığınız bir darbe alıyorsunuz. “Ben o sorunu çoktan hallettim” cümlesi “ben bununla ilgili bir farkındalık yaşadım ama henüz hayat beni bununla sınamadı”; “yok ya o kadar da takılmıyorum zaten bunlara” cümlesi “bu benim dışarıya göstermek istemediğim bir yönüm”; “bunun beni etkilemesini hiç beklemiyordum” cümlesi ise “kendimi tanıma yolculuğunda önümde yepyeni bir kapı acildi” anlamina gelebiliyor. Bazen karşınızda oturan insanlara kurduğunuz cümlelerin üstünün kapalı oldugunu fark etmeden, bazen de içsel yolculuğunuzun verdiği geçici yorgunlukla, daha az açıklamayla “anlaşılma” haline ihtiyaç duyuyorsunuz. Yaşadiginiz “fark etme” anlarinin sizdeki yeri ve önemi başka kimsede o kadar derinde hisssedilmeyecek belki, ama duygularinizi açtığınız insanlarin sizi önemsiyor olduğunu hissetmek her zaman bu yolculuğu keyifli hale getirecek. Bazen kuçuk bir çemberin içinde kalıp sıkıştığımızı hissediyoruz, daha az anlaşıldığımız anlar oluyor fakat ardından öyle bir an geliyor ki degişim kaçınılmaz oluyor. O küçük çemberde kalmak sizi olduğunuz yerde büyütüyor. Tıpkı bir ok gibi, olduğunuz yerde gerilmeye başlıyorsunuz. Sonra beklenen an geliyor ve olduğunuz yerden fırlıyorsunuz. Tahmin edebiliceğiniz üzere normalde gidebileceğinizden daha uzağa gidiyorsunuz. İşte sırf bu yüzden bazen yerinde saymak da insana iyi geliyor. İçinde olduğunuz anda keyifsiz geldiğini düşünüyor olsanız bile, ardından öyle bir şey yaşaniyor ki hayatinizda yeni bir perspektif açılmış oluyor.

Zihnimde biraz buruk, biraz da hayal kırıklığına bulanmış düşüncelerle bisiklet sürerken geçtiğim sokaklara baktım. Aslında sadece burada olmak bile bana “koşulsuz mutluluk” getirecek diye düşünüyordum. Sonra aslında olayın bulunduğum yer olmadığını hatırlattım kendime. “Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız güzel olsun, olsun ki yaşadığınız hayattan keyifli bir tat alıyor olabilesiniz”. Buruk hissetmeme sebep olan düşüncelerle en sevdiğim sokaklardan birine saptım, karşımda en sevdiğim yerlerden biri vardı. Ardından “hislerimde” çok da etkisi olduğunu düşünmediğim biri çıktı karşıma, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle. Kısacık bir “havadan sudan” sohbet sonrasında bu şehirle ilgili sevdiğim şeylerden birini yaşadığımı fark ettim. Samimiyet ve doğallığın siz ne halde olursanız olun karşınıza çıkabiliyor oluşu. Kimi zaman bazı küçük anlar, bize büyük resimde gözden kaçırabildiklerimizi hatırlatmak için yeterli oluyor.

Bazen karşımıza zor insanlar çıkacak, yaşadıklarımızın ağırlığını taşımak istemeyeceğiz, mutsuzluğu hissedip içimizdeki ağırlığını bir yerlere koymaya çalışacağız. Fakat mutsuzlukla karşı karşıya kaldığımız kadar mutlu da olacağız. Çünkü hayat binbir çeşit rengi içinde barındıran bir havuz, bize kalan ise bütün renkleri deneyimlemeye çalışırken “kendi yolumuzu” bulmaya çalışmak. Kendi yolumuzu çizerken denedigimiz renkler arasından bize en uygun olanlarını “içimize sinenler” arasından seçeceğiz.

Bu yolculukta yalnız olmadığımızı bilmenin ne kadar değerli bir his olduğunun farkındayım. Biz denizin dibine dalma cesaretini gösterirken etrafımızdakilerin çoğunun “yüzeyde” olduğunu hissediyor olmanın verdiği “umutsuzluk” hissinin ağırlığıyla; bir gün bir sokağın köşesini döneceğiz ve karşımıza çıkan, aslında içimizde bulduğumuz, “umut” hissiyle yolumuza devam edeceğiz. Bu yol bütün inişleri ve çıkışlarıyla bize ait. Sadece bu yüzden bile anlamlı ve özel.

Kendi yolunu bulmaya çalışırken bazen tökezleyen, bazen mutluluğun doruklarına çıkan ama her bir duyguyla başa çıkma cesaretini gösteren insanların yolculuklarına sonsuz saygımla. Bu yol paylaştıkça anlam kazanan ve büyüyen bir yol. Nice inişlere ve ardından fütursuzca yükselişlere :)

--

--

Duygu

Bir psikoloğun aklına düşüp kalemine çarpanlar.