Duygularımı Yaşıyorum
--
Her duygu gelip geçtiği zaman güzel. Tıpkı hayatın bir akıştan ibaret olduğunu kabul etmek gibi. Benim için bazı şeylerin geçiciliğini kabul etmek zaman aldı, hatta yeni yeni kabul etmeye çalışıyorum diyebilirim.
Neden bazı şeylerin kalıcılığına ihtiyaç duyuyoruz? Ya da ihtiyaç duyduğumuzu varsayıyoruz? Kendimizi güvende hissetmek için, alışkanlıklarımızı bırakmak zor olduğundan, yeniliklerin korkutuculuğundan ya da sadece güvenli alanımızın dışına çıkmak istemediğimizden.
Bu yazıyı yazmaya Foça-İzmir otobüsünün camından dışarıyı izlerken aldığım bir mesaj üzerine zihin akışımdan geçen düşüncelerin duygularımı nasıl etkilediğini anlamaya çalışırken karar verdim. Güneşin batmaya yakın saatlerindeki güzelliği bana hayatın dramalara yer ayırılabilecek kadar uzun olmadığını hatırlattı. Duygularımdan illa da kaçıcam diye tutturduğum için :)
Düşünce akışımdan bahsetmem gerekirse, içimde karar verdiğim ve ihtiyaç duyduğumu düşündüğüm durum gerçeğe dönüşmeye başladığında aslında bu kadar kolay gerçekleşmesini beklemediğimi, sahip olduğum düşünceler bile yeniyse eski düşüncelerime tutunma eğilimi gösterdiğimi fark ettim. Bunun kendi içimde istikrarsızlığa sebep olduğunu ve sonucunda kaçmaya çalıştığım şeyin beni mutsuz ettiğini fark ettim. Ardından ilk verdiğim reaksiyon duraklamak oldu. Kaçamıyorsam ancak durabilirdim, sonuçta ilerlemenin bir opsiyon olduğunu bilmek hayata geçirmek için yeterli olmuyordu.
Duygularımın ve düşüncelerimin sürekli değiştiğini ve bir gün önceki Duygu’nun bile (her iki anlamda da) aynı olmadığını savunurken etrafımdaki olaylardan ve kişilerden kalıcılıkla stabillik beklediğimi fark ettim.
Sonra da kendi içimde karşılayamadığım bir beklentinin dışarıdan karşılanmasının zaten beni tatmin etmeyeceğini fark etmiş oldum.
Uzun zamandır özgür olmanın ruh ve bedenin hiçbir yere ait olmamasıyla ilişkili olacağını düşünüyordum. Gidebilme özgürlüğüne sahip olmanın yeterli olacağını düşünürken “bırakabiliyor olmanın” da bir özgürlük olduğunu atlamışım. Sadece benim özgür bırakılmam ve istediğimde gidebiliyor olmam değil, hayatımdaki insanları da özgür bırakmam gerekiyormuş.
Somutlaştırmam gerekirse, insan ilişkilerinde her an gidebileceğimi ve sevgim ya da varlığımın kalıcı olmak zorunda olmadığını vurgulayıp dururken karşı tarafın her zaman orada olmasını ve sevgisinin koşulsuz şartsız, sonsuz olmasını bekliyordum. Sadece beklemekle kalmıyor, bunun böyle olması “gerektiğini” düşünüyordum. Hiç de farkında olmadan, bilinç düzeyinin tam zıttı boyutlarda.
Uzun zamandır “duygularımı yazıyorum” başlığı altında paylaştığım yazıların aslında çoğunlukla “düşüncelerimin” dışavurumu olduğunu gözlemlemiş olanlarınız olabilir. Benim için biraz sürpriz oldu :) Şimdilerde ise duygularımı deneyimlemeye, varlıklarına alan açmaya çalıştığım bir süreçten geçiyorum. Bütün gönül rahatlığımla söyleyebilirim ki, insanı özgürleştiren en önemli şeylerden biri kendisine saygı duymayı, hislerine alan açmayı deneyimlemekle oluyormuş. Kendimi hiç bu kadar özgür hissettiğimi hatırlamıyorum. Şu an üzgün hissediyorum, bu davranış beni çok kırdı, bundan hoşlanıyorum, içinde bulunduğum durumdan rahatsız hissediyorum, çok keyifliyim gibi duygu durumumu ifade eden cümlelerin hayatımdaki varlıklarını bir tek gecede deneyimledim. Aynı gece içinde hem sinirlenmiş, hem ağlamış hem de yerlere yatana kadar kahkahalar atarak eğlenmiştim. Yaşarken ne olduğuna anlam verememiş olsam bile yıllardır “olunması gereken” bir karakter yarattığım için, içinde duygu barındıran her şeyin bir zayıflık olacağını düşünerek hepsini içimde halledip dışarıya yalnızca kararlarımı sunmuştum. İçimde belki de fırtınalar kopuyor, inanılmaz etkilendiğim olaylar yaşıyordum ama tepkimi yalnızca olaylardan kaçarak ya da sert çizgiler çizerek gösteriyordum. Benim için “olunması gereken” karakterin özellikleri çok basitti. Duygularımı dışarıya ne kadar az açarsam (bu noktada zaten kendime itiraf etmem söz konusu bile değildi), dışarıdan o kadar güçlü gözükeceğim ve asla darbe almayacağım. Bu zaten kusursuzluk imajımla da örtüştüğü için oynaması çok kolay bir roldü. Büyük laflarımla neyin nasıl yapılmaması gerektiği hakkında konuşup duruyordum. Tabi ki bu düşüncelerimin kalıcı olmadığını içten içe biliyordum, ama bunu da kendime bile itiraf etmek istemediğim için güçlü kadın rolümün arkasında durabiliyordum.
Fark ettim ki, hislerimi yaşamaya alan tanıdığım kadar, onları dillendirmeye başladığım ve hayatımda her birine ayrı ayrı alan açtığım kadar güçlüyüm. Kaçmak ve yok saymak hayatta yapılabilecek en kolay şeylerden. Ki kaçmaksa, konfor alanından adeta bir yay gibi gerilip gerilip fırlayarak kaçmaya çalışmış biri olarak söylüyorum, hiçbir duygudan kaçılmıyor. Tıpkı bir kaplumbağa gibi gittiğimiz her yere bizimle geliyorlar. En mutlu olduğunuz anlarda çalan şarkının tek bir sözünde, gecenin köründe dilini bilmediğiniz bir ülkenin tren garında gökyüzünü izlerken, ya da işte şimdi gerçek mutluluğu buldum dediğiniz anlarda bile kapkaranlık bir gecede parlayan Dolunay gibi orada olduklarını görüyorsunuz. Ama kabul etmeye başladığınızda işler biraz karışmaya başlıyor. Çünkü bunca zamandır alıştığınız düzenden çıkarak kendinizi o kadar da konforlu olmayan bir yere itiyorsunuz. Bu kaçmaktan daha zorlu bir yolculuk, her zorlu yolculuk gibi sizi geliştiren de burası oluyor. Zorlandıkça güçlendiğimiz gerçeğini ise kabul edişim seçimlerimin sonucunda çok doğal yollarla olduğu için o kadar da zorlanmamıştım :)
İzmir otogarında oturup otobüsümün saatinin gelmesini beklerken karşımda duran koskoca dağa baktığımda aklımdan geçen ilk şey “ne kadar da görkemli ve sabit” oldu, otogardaki insanların otobüslerine binip gidişlerindeki geçiciliğinin ve hareketliliğinin aksine.
Bir süredir kalıplara ve kendi çizdiğin sınırların içine sığmamak üzerine düşünüp duruyorum. Şimdiyse kendi ellerimle çizdiğim bu sınırların kendimi korumak için “o an” ihtiyacım olan şeyler olduklarını fark ediyorum ve kabul etmeye çalışıyorum. Hiçbirinin içine hapsolmak zorunda değilim. İçinde bulunduğum anda bana iyi hissettiriyorsa varlıklarını kabul edip geçiciliğini hatırlamaktan başka bir şey yapmaya ihtiyacım yok. Düşünceler gibi duygularım da, duygularım gibi durumlara göre çizdiğim sınırlarım da geliyor ve geçiyorlar. Çünkü nasıl dünkü Duygu bugünkü ile aynı değil, dünkü Duygu’nun sahip olduğu çizgiler ve sınırlar da aynı olmak zorunda değil.
Bence sahip olduğumuz hiçbir his, düşünce, yargı, kalıp ya da çizginin esiri olmamamız gerekiyor. Zihnimde; özgürlük bırakabiliyor olmakla, bırakabiliyor olmak ise kabul edebiliyor olmakla ilişkileniyor.
Örnek vermem gerekirse, bizi sevdiğini söyleyen insanların aylar sonra artık o kadar derin duygulara sahip olmaması, olayın yaşandığı anın gerçek olmadığını göstermiyor. Ki benim zihnimde bu olay gerçekliğin kabul edilemeyişinin ardından ‘bir yalan gelmek zorunda’ şeklinde kodluydu. Ayvalığa gitmek için otobüsünü bekleyen Duygu, onu Ayvalığa götürecek otobüsü gördüğü için heyecanlanıp mutlu oldu. İçini sevgi dolu hissediyor. Bu “o an” sahip olduğu duyguları tanımlıyor. Bu hislerin ondaki karşılığı belki de Ayvalık otogarına vardığı anda bitecek. Varması gereken yere ulaşana kadar sevgi dolu ve mutlu. Tıpkı hayatımıza giren insanların bizi bir yere ulaştırma görevini tamamladığında hislerimizin eskisi kadar derin olmadığı gibi. Duygu Ayvalık’ta otobüsten indiğinde sadece oraya gelmesine sebep olduğu ve zamanında hissettirdiği tüm güzel duygular için otobüsü hatırlayacak. Zamanında sevdiğimizi söylediğimiz insanlara yaptığımız, bize sevgisini dile getiren insanların yaptıkları gibi. “O an” için hislerimizi ifade edeceğiz, gerçekten sahip olduğumuz bütün güzel ya da kötü duyguları paylaşacağız. Ardından süresi dolacak, geçmesi gerekecek ve zaman değişecek.
Hayatımıza giren insanlar da bize eşlik etmeleri gereken süre boyunca bizimle olacaklar ardından da gidecekler. Çünkü hayatın akışı bu, olması gereken bu. Birileri gelecek birileri gidecek ki akış devam etsin. Hayat akmaya devam etsin, yaşananların geçiyor olması hayatın yalan ya da değersiz olduğunu göstermiyor. Aksine her şeyin gelip geçiciliğini gördükçe hayatımızda kalmayı seçen herkes ve her şey tüm göz alıcılığı ile her zamankinden bile değerli hale geliyor. Biz tuttuğumuz sürece hayatımızda olan şeyler değil, bütün kapılar açıkken bile hayatımızda kalan şeyler ya da kişiler.
Bütün bu sebeplerle sahip olduğum için kendimi şanslı saydığım bütün insanları ve duyguları serbest bırakıyorum. Hiçkimse ya da hiçbir şey ben istiyorum diye zorla hayatımda kalmadı, kalamaz da. Buna kimsenin ihtiyacı da yok. Aksine gitmeleri için kapıları ardına kadar açık bırakıyorum. Çünkü fark ettim ki kapıları ardına kadar açık olduğunda bile gitmemek bir seçimdir, ve seçimlerin en değerlisidir.
Hislerin gelmelerine izin veriyorum, anlardan kaçmıyorum, hayatımı etkilemelerine ve değişime sebep olmalarına izin veriyorum. Ama hiçbirinin esiri olmayı kabul etmiyorum, hepsinin bir gün geçeceğini ya da dönüşeceğini de kabul ediyorum. Kabul edebildiğim kadar, serbest bırakabildiğim kadar özgürüm.