Kendi Yarattığın Sınırlardan Çıkmak
--
Yüzümde tatlı bir gülümsemeyle arabanın arka koltuğunda oturup hayatın karşıma çıkarması için izin verdiğim bütün yaşanmışlıkları gözümün önünden geçirirken şimdiye kadar doğruluğuna inandıklarımın zihnimden birer birer siliniyor olduğu gerçeğiyle yüzleşiyordum.
Sınırlara sahip olmanın iyiliğine inanıp kendi etrafıma kalın çizgiler çekerek kimsenin bana yaklaşmasına izin vermezsem, o sınırların içinden çıkmadığım için hayatın yaşanabilecek bir yer olacağına inanmıştım. Kendimi kendi çizdiğim kalın çizgilerin içine hapsettiğimi fark etmeden.
Kendi kendime yarattığım düşüncelerin gerçekliklerini sorgulamadan doğru kabul edip onlara “sınırlarım” adını vererek yaşamanın güvenli olduğunu varsayıp hayatın karşıma çıkardıklarını görmezden gelmeye yaşamak demiştim. Bana dair keşfetmeye çalıştıklarım, ya da bana dair olup olmadığını anlamaya çalıştıklarımın içlerinde hapsolmak yerine yolumun eşlikçileri olmaları için sınırlarımı yavaşça aralıyorum. Çünkü fark ettim ki ben sınır çizmeye çalıştıkça hayat beni oralardan sınıyor ve çatlaklardan sızmaya çalışan su gibi ben yokluğuna kendimi inandırsam bile ince ince ruhuma işliyor.
Karşımda gördüğüm yeşil ağaçlar ve sarı otlarla dolu tarlalar varlıklarıyla beni mutlu ediyorlar çünkü içimde yansımaları var, tıpkı yokuş aşağı inerken karşımdan esen rüzgara direnip kaçmaya çalışmak yerine kollarımı açıp yüzümü ona döndüğümde içimde oluşan “kabulleniş” hissinin yansıması olduğu gibi.
Hayat, sen kendini kapatıp sınırlarına sadık kaldığını sandığında, etrafında yaşanıp biten olaylar olarak kalıyor, ama kollarını açıp rüzgarın nereden geldiğini hissetmek için gözlerini kapattığında yaşanacaklara karşı koymadığın için seni de içine alarak göstermek istediklerini tıpkı bir deniz fenerinin yaptığı gibi, sana yalnızca kendi yolunu bulman için ışığı gösteriyor. Bu sırada ister istemez etrafını da aydınlatmış oluyorsun.
İnanmadığın bir düşünceye, sevmediğin bir yere ya da sana iyi gelmeyen birine bağlı kalmak, aidiyet hissini sevdiğin için aitmişsin gibi davranmak, yalnızca sınırlara sığmaya çalışmak demekmiş.
Bir yere, bir düşünceye, bir hisse ya da bir insana ait olmak istemiyorum. Ait olmak istemiyor olmanın yanında sahip olmanın ağırlığıyla da yaşamak istemiyorum. Çünkü sahip olduğunu düşündüğünde kendini yine bir kalıba sığdırıp uçsuz bucaksız hayatın içinde kendini özgürlüğünden mahrum bırakmış oluyorsun. Bunları söylerken kimseyi ve hiçbir yeri arkamda bırakmıyorum. Aksine hepsi zihnimin bir noktasında benimle olmaya devam edecek, daha da önemlisi bana hissettirdikleri her bir duygu ve görmemi sağladıkları her bir yüzümle birlikte kendimi oluşturmamda katkıda bulundukları için ben var olduğum sürece ruhumda parmak izlerini taşımaya devam edeceğim. Tek bir farkla, hiçbirine ait değilim, hiçbiri bana sahip değil.
Bunların birleşiminin yalnızca köksüz olmakla mümkün olabileceğini sanıyordum, ki zihnimde köksüzlük ve özgürlük kelimeleri her zaman yan yana geliyordu. Ta ki etrafımda sevdiğim insanların olduğu küçük keyif masalarında bahsettiğim şeyleri gerçekten dinlediklerini ve onların içlerinde de bir yerlere dokunduğunu fark etmenin özgürleştirici gücünü hissedene kadar. Hayatımızdaki insanlarla birebir aynı olmamıza gerek olmadığını, bizim için önemli olan şeylerin onlarda da birebir aynı olmak zorunda olmadığını; yalnızca kendimize gösterdiğimiz saygının karşı tarafta da ayrı bir formatta bile olsa varlığını sürdürüyor olması gerektiğini kabul ettim.
Bunları kabul edebilmeyi başardığımızda kimsenin kusursuz olmadığını görüyor ve mükemmel ya da kusursuz olmaya çalışmaktan vazgeçme niyetine girmekle gelen ruh hafifliğini yaşamaya başlıyoruz. Kimseye kendini kanıtlamaya çalışmadan sadece o an seni mutlu ettiği için hareket edebilmek ve sadece yaşadığın anın tadını çıkartabilmek. Ulaşmaya çalıştığım yer. Bütün hatalı seçimlerim, kusurlu yanlarım ve defolarımla birlikte benim bu. Yaşadığım hayat da hepsiyle birlikte bana ait. Kimsenin kusursuz oluşunu bekleyemeyeceğim gibi kimsenin benden de bu beklentiye sahip olmasını istemiyorum. Çünkü fark ettim ki insan kendisinden beklediklerini gerçekçi kılmadığı sürece karşısına çıkan insanlardan beklediklerini de gerçekçi seviyede tutamıyor.